15 Haziran 2010 Salı

nuh tufanı

Nuh Tufanı


-Muharrem Kılıç-


Tufan, daha bilinen adıyla Nuh Tufanı, insanlık tarihi boyunca insanoğlunun başına gelen en büyük felakettir. Öyle ki, bu tufanda, insanlık aleminin tamamına yakını hayatını kaybetmiştir. Nuh peygambere inanan çok az sayıdaki insan hayatta kalabilmiştir. Bu nedenle Nuh peygambere ikinci Adem de denilmektedir.

Hatta, Tufanın büyüklüğü ile ilgili olarak, geçen yüzyıl içinde Ninive’de yapılan kazılarda çıkan Asur kralı Asurbanipal’in kütüphanesi içindeki bir tablette yazılı olan şu ifade bize Nuh Tufanının ne kadar büyük ve dehşetli bir olay olduğunu gösterir:

“Tufan her şeyi silip süpürdükten sonra,

Ülkenin yıkılması tamamlandıktan sonra,

İnsanlık sonuna kadar dayandıktan sonra,

İnsanlığın tohumu korunduktan sonra,

Karabaşlı Sümer halkı kendisini yeniden kalkındırdıktan sonra,”[1]

Yukarıdaki belgede yer alan “İnsanlığın tohumu korunduktan sonra” ifadesi, Tufan olayının insanoğlunu ne kadar derinden etkilediğini çok açık bir şekilde gösteriyor.

Tufan, Tevrat’tan önce de Sümer diliyle yazılı Sümer yazıtlarında ve Asurca yazılmış olan Babil yazıtlarında detaylı bir şekilde anlatılıyor. Ancak, Sümer ve Babil yazıtlarında anlatılan hikayedeki kişi adlarıyla, Tevrat’ta anlatılan kişi adları farklı. Olay tamamen aynı. Bu durum bize, Tufan olayının bilinen tarihten çok daha eski bir tarihte olduğunu, büyüklüğü ve yaptığı yıkım nedeniyle, insanların belleklerindeki yerini sürekli koruduğunu gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki, insanoğlu bu büyük olayı nesilden nesile aktara aktara bugünlere kadar taşımış ve unutulmamasını sağlamıştır.

Tufan hikayesi bütün kaynaklarda aynı şekilde anlatılıyor. Ancak, gemiyi yapıp, kendisine inanan insanları kurtaran kişinin adı her kaynakta değişiyor. Sümerlerin Tufan hikayesinde Tanrıya yakın insanın adıZiusudra, Asurlarda Utnapiştim, Tevrat ve Kur’an da ise Nuh olarak geçiyor. Ayrıca Tufan olayının gerçekleşme süresinde de kaynaklara göre farklılıklar var.

A- Sümer yazıtlarında Tufan:

Gılgamış destanının sonunda yer alan Tufan hikayesinde de bu durum açıkça belirtilmiştir.

“Bu kıyamet 6 gün, 6 gece sürdükten sonra 7. gün gemi Nisir dağına oturuyor. 7 gün bekledikten sonra Utnapiştim bir güvercin salıyor dışarıya. O konacak yer bulamadığı için geri dönüyor. Daha sonra bir kırlangıç gönderiyor, fakat o da geri geliyor. Son olarak uçurduğu kuzgun geri dönmeyince dışarı çıkıyorlar. Utnapiştim dağın tepesine kurbanlarla içkiler sunuyor. Altlarında çeşitli ağaçların odunları yanan ocaklara 7 kazan konularak kurban etleri pişiriliyor. Onların tatlı kokusunu duyan Tanrılar üşüşüyorlar.”[2]

B- Asur yazılı metinlerinde Tufan:

“Bu hikaye Sami bir dil olan Akadca ile yazılmıştı. Halbuki içinde geçen adlar başka bir dile aitti. Buna göre bu hikaye o dili konuşan Sümerliler tarafından yaratılmış olmalıydı. Hakikaten daha sonra Philadelphia Üniversitesi müzesinde bulunan yarısı kırık bir tablet bunu kanıtladı. Bu tablette Tufan hikayesi Sümerce ve şiir tarzında yazılıydı. Ne yazık ki metnin en az yarısı yoktu. Fakat bulunan kısımlar konu hakkında oldukça aydınlatıcıdır. Bunda da Tanrılar insanlara kızarak bir Tufan yapmaya karar veriyorlar. Ziusudra isimli birine bir Tanrı tarafından durum bir duvar arkasından bildiriliyor. Bu satırlar şöyle:

“Alçak gönüllü, saygılı olan

Her gün Tanrısal görevlerine dikkat eden

Ziusudra’ya Tanrı Enki,

‘Duvardan bir söz söyleyeceğim, sözümü tut!

Kulak ver söyleyeceklerime!

Bizden bir Tufan kült merkezlerini kaplayacak,

İnsanlığın tohumu yok olacak,

Tanrılar meclisinin sözü karardır,

An ve Enlil’in emirleriyle

Krallık, hükümdarlık son bulacaktır.’”

Bundan sonra tabletin kırık kısmı geliyor. Burada geminin nasıl yapılacağı bildirilmiş olmalı. Metnin yine okunan kısmında Tufanın bütün şiddetiyle memleketi kapladığı; 7 gün, 7 gece sürdüğü,bittiğinde Ziusudra’nın Tanrılara kurbanlar yaptığı yazılı.

“Sonunda: Ziusudra kral,

Tanrı An ve Enlil önüne attı kendini.

Onu sevdiler, bir Tanrı gibi yaşam verdiler, ona,

Bitkilerin adını, insanlığın tohumunu, koruyan,

Ziusudra’yı güneşin doğduğu yere,

Dilmun ülkesine yerleştirdiler.”[3]

Son üç semavi dinin kitaplarından, Tevrat ve Kur’an’da Tufanla ilgili ayetler bulunmaktadır.

C- Nuh Tufanının Tevrat’taki anlatılışı şöyle:

“Tevrat’ta (Tekvin bap 6-9) bu konu çok uzun. Onda insanlar fena ve bozulmuş olduklarından Rab onları yok etmeye karar veriyor Nuh, Allah’ı tanıyan, onunla birlikte giden biri. Rab ona insanları yok etmek için bir Tufan yapacağını, kendisine bir gemi yapmasını söylüyor ve geminin nasıl yapılacağını, içine neler alacağını bildiriyor. Nuh söyleneni yerine getiriyor. Tufan başlıyor ve 40 gün sürüyor Yer yüzünde her şey yok oluyor. Sular ancak 150 günde azalıyor. Gemi 7. ayda ve ayın 17.gününde Ararat dağına oturuyor. Tekrar 40 gün bekliyor Nuh. Sonra suların tamamen çekilip çekilmediğini anlamak için önce bir kuzgun salıyor dışarı. O geri gelince bekliyor, bir güvercin uçuruyor. Üçüncü defa gönderdiği güvercin dönmeyince karaya çıkıyorlar. Kurbanlar kesiyor Nuh. Rab hoş kokular duyunca tekrar Tufan yapmamaya karar veriyor. Nuh ile konuşarak bir daha yeryüzünde Tufan yapmayacağına ahdediyor.”

a- Birleşen noktalar:

Tanrıların insanlara kızması ve Tufana karar vermesi, gemi yapılması önerisi, geminin yapılması, canlıların içine alınması, Tufanın olması, gemidekilerin kurtulması, kurbanlar, bunların kokusuna Tanrı veya Tanrıların gelişi.

b- Ayrılan noktalar:

Babil efsanesinde Tanrılar insanların çoğalması dolaysıyla gürültülerinin artarak Tanrıları rahatsız ettikleri için Tufan yapmaya karar veriyorlar. Sümer ve Tevrat’ta insanların fena olması yüzünden. Sümer ve Babil metninde bu kararı gizlice bildiren Bilgelik Tanrısı. Tevrat’ta Allah’ın kendisi. Tufan Sümer’de 7 gün, Babil’de 6 gün 6 gece; 7. gün bitiyor. Tevrat’ta 40 gün, gemiden çıkmaları için de aylarca bekliyorlar. Babil’de Tufanı başlatan Tanrı Enlil kurtarıldıkları için çok kızıyor, fakat bilgelik tanrısı onu yatıştırıyor ve kurtulana ölümsüz bir yaşam verilerek Tanrıların bahçesine gönderiliyor.”[4]

Sümerce, Asurca ve Tevrat’ta anlatılan Tufan olayı, kişi adları dışında temelde birbirinin aynıdır. Gemiyi yapan kişi Sümerce metinlerde Utnapiştum, Asurca yazılı metinlerde Ziusudra, Tevrat’ta ise Nuh adıyla anılıyor.

Görüleceği üzer, bu küçük farklılıklara rağmen, olayın aynı olay olduğu kolayca anlaşılabiliyor.

D- Kur’an’da Tufan ile ilgili ayetler sırasıyla şöyle:

A’raf Suresi, ayet 59:

“Ant olsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki, “Ey kavmim Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka Tanrınız yoktur. Doğrusu ben üzerinize gelecek azaptan korkuyorum.”

Yunus Suresi, ayet 73:

“Yinede onu yalanladılar. Biz hem onu, hem de gemide onunla beraber bulunanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Bak, uyarılanların sonu nasıl oldu.”

Hud Suresi, ayet 36-44:

“Nuh’a vahyolundu ki, artık kavminden iman etmiş olanlardan başkası asla inanmayacak. Öyleyse onların işlemekte oldukları günahlardan dolayı üzülme. Bizim gözlerimiz önünde bildirdiğimiz gibi gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana söyleme,çünkü onlar mutlaka boğulacaktır. Nuh gemiyi yaparken kavminden ileri gelenler her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki, ‘Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki, siz nasıl alay ettiyseniz biz de sizinle alay edeceğiz.’ Nihayet emrimiz gelip sular kaynayınca Nuh’a dedik: ‘Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri gemiye yükle. Pek az kimse onunla birlikte iman etmişti. Nuh dedi ki, ‘gemiye binin, onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın izniyledir. Gemi dağlar gibi dalgalar arasında onlarla birlikte yüzüp gidiyordu. Nuh gemiden uzakta bulunan oğluna ‘yavrucuğum bizimle beraber bin, kafirlerle beraber olma’ diye seslendi. Oğlu ‘beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım dedi. Nuh, bu gün Allah’tan başka koruyucu yoktur’ dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı. ‘Ey yer, suyu yut, ey gök sen de suyu tut!’ denildi. Su çekilip azaldı, iş bitti, gemi Cudi’ye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.”

Mü’minun Suresi, ayet 26-29:

“Nuh, ‘Rabbim beni yalancı çıkarmalarına karşı bana yardım et!’ dedi. Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: ‘Gözcülüğümüz altında ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap, bizim emrimiz gelip sular kaynayınca her cinsten birer çifti, içlerinden daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanlar hakkında bana hiç yalvarma. Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır. Sen yanındakilerle o gemiye yerleştiğinde ‘bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamd olsun de ve de ki, ‘Beni bereketli bir yere indir, sen konuklatanların en hayırlısısın!’”

Şuara Suresi, ayet 117-120:

Nuh, ‘Rabbim kavmim beni yalanladı. Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver, beni ve beraberimdeki inananları kurtar!’ dedi. Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri yüklü geminin içinde kurtardık, geri kalanları suda boğduk.”

Ankebut Suresi, ayet 14, 15:

“Ant olsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, o 950 yıl onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken Tufan kendilerini yakalayıverdi. Ama biz Nuh’u ve gemide olanları kurtardık ve bunu alemlere ibret kıldık.”

Zariyat Suresi, ayet 46:

“Bunlardan önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar da yoldan çıkmış bir kavimdiler.”

Yasin Suresi, ayet 41-43:

“Onlara bir delil de, soylarını gemiye taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binerleri yaratmış olmamızdır. Dilesek onları da suda boğardık, ne kurtaran bulunur, ne de kendileri kurtulabilirdi.”

E- Tufan neden önemli:

Tufan, insanlığın meydana getirdiği, kendisinden önceki tüm uygarlık birikimlerini yok etmiştir. Böylece, tabiri caizse, yeniden bir ilk insan, yeniden bir karanlık dönem (“Karanlık dönem” tabirini, bizlerin detaylı bilgi alamadığımız dönem anlamında kullanıyorum.) doğmasına neden olmuştur. Bizim, Tufan öncesi uygarlıklar hakkında bilgi alabileceğimiz çok az sayıda eser bugünlere kadar ulaşmıştır. Bu kalıntılardan en önemlisi, Uygur İmparatorluğunda yazılmış olan, ancak suların yükselmeye başlamasıyla, seller önünden kaçırılarak Tibet’te yüksek dağlardaki mağaralarda saklanan Naakal tabletleridir. Bu tabletler Tufan öncesi uygarlık hakkında bize pek çok bilgi sunmaktadır. Tufandan önce insanoğlunun nerelerde nasıl yaşadığı bu tabletlerde anlatılmaktadır. O dönemde yaşayan insanların inançlarını, zaaflarını, eserlerini bu tabletlerden öğreniyoruz.

Tufan, kendinden önceki uygarlıkları nasıl etkilemiştir? Bu uygarlıkları meydana getirenler, böyle büyük bir yıkımla karşılaşınca nasıl davranmışlardır? Mesela, sular yükselmeye başlayınca nasıl hareket etmiş, nerelere göç etmişlerdir? Bu izleri takip ettiğimizde, Tufanı yaşayan veya yaşayanlardan dinleyen insanların verdikleri eserleri bulma şansımız olacaktır. Bu eserlerin incelenmesi neticesinde de, Tufandan önceki uygarlığın dili, inancı, kültürü vb. konularda bilgi sahibi olabileceğiz.

Sümerlerin Gılgamış destanı, Tufan olayını anlatan en eski yazılı kaynaktır. Bu destan bizim açımızdan çok büyük önem arz eder. Çünkü, Gılgamış destanının ilk metni yaklaşık beş bin yıl önce yazılmıştır. Ve yazıldığı dil Sümerce’dir. Sümercenin de Ural-Altay dil grubuna dahil olan Turani bir dil olduğunu artık herkes bilmektedir. Sümerler ve Sümer dili konusunda araştırmalar yapan pek çok yabancı bilim adamı da bu konuda hemfikirdir. Bu tespit bize şu müjdeyi vermektedir: Dünyada şu anda bilinen en eski edebi metinler Turani bir dil olan Sümer diliyle yazılmıştır. Yani daha net olarak söylersek bizim dilimizle yazılmıştır. Bunu öğrendikten sonra gerisi bizlere düşmektedir. Kendi efsanelerimizi, destanlarımızı çok iyi öğrenip, araştırmalı, bu efsanelerin ve destanların durup durduk yerde ortaya çıkmadıklarını düşünerek, destan ve efsanelerimizin tarihi boyutunu bulmaya çalışmalıyız. Unutmayalım ki, Schliman TRUVA şehrini bir efsaneyi inceleyerek bulmuştur.

Bu gerçekler ortada durduğu halde, devlet olarak halen enkazının altına girmeye çalıştığımız AB imparatorluğunun bazı ileri gelenlerinin kalkıp; “Türk milleti diye bir millet yoktur” hezeyanını savurabilmesi bizim gafletimizin sonucudur. Biz kendi değerlerimize sahip çıkmadıkça, her türlü değere “mal bulmuş mağribi gibi” saldıran ve sahiplenen medeni(!) batı, bizim bütün değerlerimizi sahiplenecektir. Bizler de her şeyi onlardan öğrenmek durumunda olduğumuz için, onların dayatmalarını kabullenip oturacağız. Belki pek çok kişinin haberi bile yok ama bugün hiç ilgisiz toplumlar, Nasreddin Hocamızı, Köroğlumuzu, tıpkı Homeros’u batının kendine mal etmesi gibi, kendilerine mal ediyorlar.

Tarihini doğru olarak öğrenmeyen bir millet, bir süre sonra başkalarının kendisi için yazdığı tarihi öğrenir. Bu durum ise tarihte yer almamak demektir. Tarihini terk etmenin ikinci aşaması ise dilini terk etmektir. Bu da gerçekleştiği zaman, gerçekten Türk diye bir millet kalmayacak, düşmanlarımızın hayalleri gerçek olacaktır. İşte bu nedenle Tufan çok ama çok önemlidir. Çünkü o, son üç semavi dinin kitaplarından da önce Turani bir dil olan Sümerce ile (Türkçe) yazılmıştır. Bu büyük olayın ilk yazılı metinlerinin Türkçe yazılmış olması, o olayı yaşayanların, o dili kullananlar olduğu sonucunu doğurur. Bu durum ise bize şu sonucu verir: Tarih Türklerle başlamıştır. Türklerle devam etmektedir. Ancak, bugün 250 milyondan fazla insanın yeryüzünde Türkçe konuşarak yaşadığını görmezden gelen “ne idüğü belirsizler” “Türk milleti diye bir millet yoktur” demeye devam etmektedirler. Hem de Türk milletinin içinden kendilerine yandaşlar devşirerek.

F-Tufanın yok ettiği insanlar hangi dili konuşuyorlardı?

Tufanı bize anlatan en eski kaynak Turani bir dille yazılmış olduğuna göre, Tufanı yaşayan insanların en azından bir kısmı muhakkak ki Turani bir dil konuşuyorlardı. Bu tespitler bize Türk milletinin köklerinin ne kadar eskiye uzandığını ve derinde olduğunu gösterir. Turani dillerin yayılma sahaları da doğal olarak köklerimizin yayılma sahasını, kültürümüzün yayılma sahasını gösterir. Kültür coğrafyamızın sınırlarını belirler. Önceki yazılarımızda da vurguladığımız üzere, Türkçe’nin ve Türk kültürünün sınırları bütün kuzey yarım küreyi kapsamaktadır. Amerika kıtasındaki Kızılderilileri ve onların ataları olan Maya, İnka, Aztekleri de kapsamaktadır. Kızılderililerin Bering boğazı yoluyla Amerika kıtasına geçen Türk asıllı bir toplum olduklarını konuyla ilgilenen yerli yabancı tüm bilim insanları kabul etmektedir. Yapılan gen araştırmalarında da Kızılderililerle Türklerin ortak genler taşıdıkları anlaşılmıştır. Ancak beş bin yıl önce yaşamış bir toplum olan ve dillerinde çok sayıda Türkçe sözcük bulunan Mayaların Amerika kıtasına çıkışları konusunda yeterli araştırma yapılmamaktadır. Mayaların binlerce yıl önce, Orta Amerika’ya nereden, nasıl ve niçin geldikleri sorusunun cevabı araştırılmalıdır.

Mayaların dilinde bulunan Türkçe sözcükler ile Pasifik adalarında yaşayan halkların dillerinde bulunan bazı Türkçe sözcükler, bu insanların geçmişte Türkçe veya Türkçe dil ailesinden bir dille konuştuklarını gösterir.

G- Tufan ve Mu kıtasının batışı:

Türk asıllı toplulukların Amerika kıtasına geçişi iki ayrı dönemde olmuştur. Birincisi, Mu kıtasının batmasına neden olan depremler, tsunamiler, fırtınalar nedeniyle Mu kıtasının ilk çöküşü aşamasında, kıtanın Amerika kıtasına yakın olması nedeniyle, Orta Amerika’ya geçenler. Bunlar Mayaları, İknaları, Aztekleri meydana getirmişlerdir. Bu, Orta Amerika’da yerleşen ve yaşayan halkların tamamının Türk kökenli olduğu anlamına gelmez doğal olarak. Ancak kullanılan dil, Mu kıtasında hakim olan kültürün, uygarlığın sahiplerini, kurucularını belirler. Bugün için eldeki verilere bakarak edindiğimiz kanaatimiz, Tufan olayının, depremlerle Mu kıtasını batıran Tufan olduğudur. Çünkü, Tufan olayını anlatan Sümer yazılı metinlerinde geçen, Sular yalnız gökten boşanmakla kalmıyor, yer Tanrıları da yerden fışkırtıyor suları.” ifadesi bize, bir kıtanın çöküşüne neden olan depremlerin meydana getirdiği tsunamileri hatırlatıyor.

Mu kıtasını batıran depremler ve sellerin etkileri bütün dünyaya yayılmıştır. Mu kıtasında yaşayan insanların bir kısma canlarını kurtarmak için göç etmişlerdir. Bu göçler de hiç şüphesiz kendilerine en yakın kıtalar olan Asya ve Amerika kıtalarına olmuştur. İşte bu kadar geniş bir coğrafyada yaşayan pek çok insanın kullandıkları diller içinde Türkçe sözcüklerin bulunmasının nedeni budur. Tufan gibi büyük bir olay dışında hiçbir şey, insanların bu kadar farklı coğrafyalara dağılmalarına neden olamazdı.

H- Tufanın Uygur İmparatorluğuna etkisi:

Tufanın Mu kıtasından sonra en büyük yıkımı yaptığı yer Asya kıtasıdır. O dönemde Asya kıtasının tamamı, Avrupa içlerine kadar Uygur İmparatorluğunun topraklarıydı. Ve bu topraklarda kullanılan dil, doğal olarak o günkü Türkçe’ydi. Bir Mu kolonisi olarak kurulan ve gelişip büyüyen Uygur imparatorluğu, Mu kıtası kültürünün yaratıcı unsurlarından birisi, hatta en önemlisidir. Bunu neye dayanarak söylüyoruz? Mu kıtasından Orta Amerika’ya geçen insanların Mu kıtasında konuştukları dili yeni yurtlarına taşımalarından anlıyoruz. İşte o dil, bugün bile içinde yüzlerce Türkçe sözcük barındıran o zamanın Türkçe’sinden başka bir şey değildir.

Asya’yı güneyden kuzeye geçen seller, o zamanki Gobi havzasını 15-20 metre kalınlığında bir kum tabakası ile doldurarak çölleştirmiştir. Bugün Gobi çölünde 15 metre kum tabakasının altındaki bir mezar kazısında ortaya çıkan muhteşem eserler, geçmişte yaşanan uygarlığın izlerinden başka bir şey değildir. Bu kazıda elde edilen yüzlerce eserin bile halen sergilenmesine ve dünyaya tanıtılmasına izin verilmemesi çok manidardır.

Ayrıca, Asya kıtasının içlerini kumla dolduran devasa seller, bu coğrafyada yaşayan dev hayvanların nesillerinin sona ermesine de neden olmuştur. Bugün artık dünyamızda var olmayan Mamutlar, bu sellerin önünde sürüklenerek Kuzey Buz Denizi kıyılarında ve bir kısmı da daha iç kesimlerde adacıklar ve yığıntılar oluşturmuşlardır. Aşağıdaki harita, bu konuda yapılan bir araştırmanın sonuçlarını göstermektedir.

Resim:The Mammoth.png

Yukarıdaki haritada kırmızı rakamlarla belirtilen noktalar, Mamutlar ve Yünlü Gergedanların seller önünde sürüklenerek topluca öldükleri, tepecikler ve adacıklar oluşturdukları noktaları göstermektedir. (1912 yılına kadar mamut ve yünlü gergedan bedenleri bulunan noktalar (Digby'nin:The Mammoth adlı kitabından, 1923)

“Sibirya'da doğaya bağlı yaşam şekli sürdüren Dolganlar ve Yakutlar gibi bazı Türk halkları'nda mamutların yeraltı aleminde yaşayıp Erlik Han'a hizmetçilik ettikleri anlatılır. Yeraltı aleminin efendisi Erlik Han mamutları ceza olarak yeraltına almıştır. Eğer mamutlar oradan kaçıp yeryüzüne çıkmaya çalışırlarsa derhal buz kesilip ölürler.” [5]

Mamutların böyle kitlesel biçimde ölmeleri, onların ani bir sel baskınına kurban gittikleri düşüncesini güçlendiriyor.

İ- Tufandan sonra:

Tufanın yaşanmasından sonra dünya, deyim yerinde ise tam bir karanlığa bürünmüş olmalıdır. Geçmişte uygarlıklar kuran insanlar, tufanda her şeylerini kaybetmişler, canlarını kurtardıklarına şükretmişlerdir. Yeni başlayan bu karanlık çağda, medeni insandan vahşi insana geçiş yaşanmıştır. Görkemli saraylar, evler, binalar, şehirler kuran insanoğlu, artık hayatta kalabilmek için en zor şartlarda mücadele etmek durumunda kalmıştır.

Hayatta kalabilen insanlar, Tufan dehşetini bütün çıplaklığı ile belleklerine kazımışlar ve kendilerinden sonra gelen çocuklarına, torunlarına anlatmışlardır. Böylece Tufan olayı insanoğlu tarafından hiç unutulmayan en büyük felaket olarak belleklere kazınmıştır. Bu zor şartlarda yaşamak durumunda kalan insanlar, geçmiş kültürlerinin izlerini canlı tutmuşlar ve kendilerinden sonra gelenlere aktarmışlardır.

Bu karanlık dönemden kurtulup, çoğalmak, milletleşmek, devletleşmek, güçlenmek için 4-5 bin yılın geçmesi gerekmiştir. Bu sürecin sonunda, bulundukları yerlerden daha verimli alanlara göçleri başlatmışlardır. Sümerlerin Orta Asya’dan kalkıp Mezopotamya’ya gelmeleri bu sürecin sonucudur.

Tufandan kaçarak Orta Amerika’ya yerleşen Mayaların, İnkaların ve Azteklerin bundan 4-5 bin yıl önce kurdukları uygarlıklar da aynı sürecin sonucudur. Mayalarla ilgili olarak Atatürk’ün başlatmış olduğu araştırmalar bugüne kadar devam etmiş olsaydı, herhalde bugün elimizde bu konularla ilgili çok sayıda veri bulunurdu. Bizlerde o veriler ışığında daha net tespitler yapabilirdik.

Yukarıda, Tufanın bizim açımızdan ne kadar önemli olduğu konusunda bir takım açıklamalarda bulunduk. Bu yazımızın devamında ise, Tufandan sonra büyüyüp gelişerek devletler kuran ve insanlığa yön veren uygarlıklar ve kültürler yaratan milletleri sırasıyla incelemeye çalışacağız. İlk çalışmamız Sümerler üzerinde olacaktır.

Bütün bu çalışmalarımız, insanlık aleminde milletimizi layık olduğu yere taşıma amacına yöneliktir. Bu da ancak geçmişi doğru okumakla mümkündür. Geçmişte yaşananlardan her anlamda ders almak adına, Lhasa Belgesi’nden bir alıntı yapıyorum.[6]

“Şimdi deniz ve gökyüzünden ibaret olan yere Bal yıldızı düştüğü zaman, altından giriş kapıları ve transparan mabetleri olan yedi şehir fırtınaya tutulmuş yapraklar gibi sarsılmaya ve savrulmaya başladılar; ve yetmedi saraylarından bir ateş ve duman seli yükseldi. Kalabalıkların acı çığlıkları etrafa yayıldı. Mabetlere ve yüksek yerlere sığındılar ve bilge MU-hiyeratik lider- Ra-Mu ayağa kalktı ve onlara şöyle dedi: ‘Bütün bunların olacağını önceden haber vermemiş miydim? Ve kıymetli taşlar ve pırıltılı giysiler içindeki kadın ve erkekler ‘Mu kurtar bizi ! diye yalvardılar ve Mu cevap verdi: ‘Bütün o hizmetkarlarınız ve şatafatınızla birlikte öleceksiniz ve sizin küllerinizden yeni uluslar can bulacak. Eğer onlarda üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil vermekle kazanıldığını unuturlarsa aynı şey onlarında başına gelecek. Alevler ve duman Mu’nun sözlerini yuttu; ülke ve üzerindekiler darmadağın oldu ve diplere doğru yutuldular.”[7]

Muharrem Kılıç

İstanbul, 7 Ekim 2008


[1] M. İlmiye ÇIĞ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları, Mayıs 2004, 8. basım, İstanbul, s. 51

(Lagaş şehrinin başlangıcından Guda’nın zamanına kadar (İÖ 2150) olan olayları kapsayan yarı tarihsel bir belgedeki Tufan ile ilgili bölüm.)

[2] Age, s.49, 50

[3] Age, s.50, 51

[4]A g e, s. 52

[6] Bu belge arkeolog Schliemann tarafından Tibet’ta Lhasa’daki eski Budist Tapınağında bulunmuştur. Deşifre eden ve tercüme eden Schliemann’dır .

[7] J. Churchward, Kayıp Uygarlıklar-II, Kayıp Kıta MU, Eğe Meta Yayınları, 3. baskı, İzmir, 2003, s. 76, 77

gılgamış destanı 7-12 tabletler

YEDİNCİ TABLET

"Arkadaş, neden ötürü yalnızca büyük tanrılar birbirlerine danıştılar? Bu gece gördüğüm bir düşü dinle: Anu, Enlil, Ea ve göksel Şamaş toplandılar. Anu, Enlil'e dedi: "Gökyüzünün boğasını öldürdüklerinden, Humbaba'yı vurduklarından ve dağın katranını devirdiklerinden içlerinden birisi ölsün!" Fakat Enlil dedi: "Engidu ölsün, ama Gılgamış ölmesin." Bundan sonra göksel Şamaş kahraman Enlil'e dedi: "Onlar gökyüzünün boğasını ve Humbaba'yı senin sözün üzerine (70) öldürmediler mi? Şimdi Engidu suçsuz yere mi ölecek?" Enlil göksel Şamaş'a kızdı:

"Çünkü sen, onların dengiymişsin gibi, her gün aşağıya, yanlarına gidiyorsun!"

Hasta olan Engidu, orada Gılgamış'ın ayaklarının dibine düşüp kaldı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Gözlerinden yaşlar boşanan Engidu'ya Gılgamış dedi: "Kardeş, sevgili kardeş! Neden kardeşimin yerine beni suçsuz saydılar?"

Öyleyse: "Şimdi ben bir ruh yanında mı oturuyorum? Ruhların yeryüzüne çıktığı kapının dibinde mi oturuyorum (71) ? Benim sevgili kardeşimi bundan böyle gözlerimle göremeyecek miyim?" (Görünüşe göre bunu izleyen 13 satırlık boşlukta, belki Engidu'nun sıtma sabuklaması sırasında (72) kendi hastalığını Humbaba'nın orman önünde duran kapıya yormuş olması anlatılmıştır:) Engidu, gözlerini açıp, kapılarla bir insanla konuşur gibi konuştu; ama ormanın kapılarında akıl ve kavrayış yoktu. "İki kez yirmi saatlik yerden senin kerestenin iyiliğini seçtim. Ben, yüksek katranı görünceye kadar, senin kerestenin eşine rasgelmedim. Senin yüksekliğin altı kez on iki endazeye varıyor. Senin enliliğin iki kez on iki endazeye varıyor (73). (Bir satır eksik) Ben seni yapıp Nipur'a getirdim ve orada taktım. Senden böyle bir iyilik göreceğimi bilseydim, elime bir balta alır, seni paramparça eder ve Fırat üzerinde gitmek için bir sal yapardım." (Elli satırlık boşluk. Engidu, Şamaş'tan lânetini avcının üzerine indirmesini diler:) "... Onun kazancını yok et. Onun kollarını güçten düşür. Onun gidişini beğenme. Peşine düştüğü hayvan ondan kaçsın; avcı gönlündekine ermesin!" Hayat kadınıye, hayat kadınıya ilenmek için yüreği tutuşuyor: "Senin yazgını hayat kadını, sana ben yazayım. Bir yazgı ki, sonu gelmesin; sonsuza dek sürsün! Sana ilençlerin en kötüsünü savurayım. Karanlık yerin ilenci sabahın erkeninde karşına çıksın! Gece yarısına kadar zevkinin evi sana belâ olsun (74)! (Sekiz satırlık boşluk. Anlaşılabildiğine göre Engidu'nun ilençleri hayat kadınıyi tutuyor:) Şehir lâğımlarındaki pislikler senin yiyeceğin olsun! Şehirdeki bulaşık suları senin içkin olsun! Yattığın yer sokak olsun, durduğun yer duvar gölgesi olsun! (Bir satır eksik.) Sarhoş ve susuz, yanağına vursun!"

(On satır boşluk) Şamaş, onun ağzından çıkan sözleri işitince, ona gökten seslendi:

"Engidu, niçin hayat kadınıye, hayat kadınıya ileniyorsun? O hayat kadını ki, sana yaşamda gereken ekmeği yedirdi. O, sana ülkede içilen içkiyi içirdi. Görkemli giysi giydirip, o şanlı Gılgamış'ı sana yoldaş etti. Şimdi senin kardeşin gibi olan arkadaşın Gılgamış seni, rahat yatağına yatıracaktır. O seni görkemli bir yatakta rahat ettirecektir. Esenlik olan bir yerde, solunda bulunan bir yerde seni oturtacaktır. Yeryüzünün bütün hükümdarları ayaklarını öpecektir. O, senin için Uruk halkına ah ettirip onları ağlatacak, mutlu kimselere çevresinde yas tutturacak ve o, senden sonra bedenini pis ve iğrenç bir duruma getirip, senin için kendinden geçerek sırtına bir aslan postu atıp çöllere düşecek." Bu anda Engidu, Şamaş'tan yiğidin sözünü işitince, kükreyen yüreği hemen dinginleşti. (İki satırlık boşluk. Sonra Engidu yeniden hayat kadınıden söz ediyor; ama görünüşe göre, bu kez Engidu, hayat kadınıye alaylı bir dilekte bulunuyor:)

"Seni krallar ve beyler sevsin. Kibar delikanlılar senin için çektikleri karasevdadan dizlerini dövsünler ve senin yoluna saçlarını yolsunlar! Asker ve subaylar senin için kemerlerini söksünler! Senin başına lacivert taşı ve altın dökülsün. Hazine bekçisi önceden üzerine işlemişken, şimdi onun hazinesi senin için açılsın ve serveti yoluna saçılsın! Seni tanrıların avlusuna ben götüreyim. Yedi çocuklu bir karı sana feda edilsin!" Engidu'nun hasta karnı sancı içindedir. Engidu odasında yalnız başına yatmaktadır. Gece gördüğü düşü arkadaşına anlatıyor:

"Arkadaş, bu gece bir düş gördüm. Gök bağırdı, yeryüzü yanıt verdi. Ben, yalnız başıma kırda kaldım. Orada asık yüzlü bir adam göründü. Yüzü büyük bir kuşa benziyordu. Kartal pençesi gibi, tırnaklı pençeleri vardı." (12 satırlık boşluktan sonra, kalan küçük bir parçadan elde edilecek sonuca göre, belki Engidu, bu adamın kendisine bir ölümün garip biçimini nasıl gösterdiğini anlatmıştır:) "Sonra o adam, beni tümüyle değiştirdi. Kollarım sanki kuşlar gibi tüylendi. Beni elimden tutarak; karanlığın evine, Irkalla'nın (75) oturduğu yere, içine ayak basanı bırakmayan eve, dönüşü olmayan yola, içinde oturanın ışıktan yoksun kaldığı eve, tozun besin olduğu, çamurun yemek olduğu yere, insanın kuşlar gibi tüylü giysiler taşıdığı ve karanlık yerde ışığın görünmediği eve götürdü. Girdiğim tozun evinde (76), tahtlar devrilmiş, kral taçları yere atılmıştı. Anu ve Enlil'e vekil olan, en eski zamandan beri ülkeye egemen olan krallık tacı taşıyan beyler, tepelerinde kızarmış et taşıyorlar, çörek taşıyorlar, içmek için kırbalarında soğuk sular taşıyorlardı. Girdiğim tozun evinde, yüksek rahipler ve bakanlar, kutsallık taşıyan kimseler oturuyor. Tanrıların yakınları oturuyor, büyük tanrıların yağladığı rahipler (77) oturuyor, Etana (78) oturuyor, Şumukan (79) oturuyor, Yer Tanrıçası Ereşkigal oturuyor ve bunun önünde yerin yazmanı Belitseri diz çöküyor. Belitseri, elinde bir yazı levhası tutarak Ereşkigal'a okuyor. O, yönünü çevirip bana baktı." (Bundan sonra, yaklaşık elli satırlık boşluk geliyor. Anlaşıldığına göre Gılgamış anasına sesleniyor:)

"Onunla birlikte her güçlüğe katlandım. Onunla birlikte nerelere gittiğimi düşün! Benim arkadaşım iyi şeyler haber vermeyen bir düş gördü." Onun düşü gördüğü gün, sona ermişti. Bundan sonra Engidu bir gün, iki gün yattı. Ölüm Engidu'nun yatak odasında oturuyor. Beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu gün... Engidu'nun hastalığı ağırlaştıkça ağırlaştı. On birinci ve on ikinci gün Engidu ölüm döşeğine yattı. Bunun üzerine Gılgamış'a bağırıp ona dedi: "Arkadaş, ben bir ilence uğradım! Savaşta ölen bir adam gibi ölmüyorum. Savaştan korktuğum için şimdi onursuz ölüyorum. Arkadaş her kim savaşta ölürse talihlidir; ama ben düşkün bir durumda ölüyorum."

SEKİZİNCİ TABLET

Gün ağarmaya başlar başlamaz, Gılgamış ağzını açıp arkadaşına dedi: (Yaklaşık 20 satırlık boşlukta, Gılgamış, Engidu'ya gençliğini, birlikte yaptıkları işleri, özellikle Humbaba'nın ölümünü anımsatıyor. Tablet çok kırık olduğu için çevirmeye olanak yoktur. 22-50 satır tümüyle kırıktır. Bu satırlarda Gılgamış'ın, Uruk'un ileri gelenlerini Engidu'nun ölüm döşeğine çağırttığı anlatılmış olabilir.). Bundan sonra Gılgamış şöyle haykırdı:

"Beni dinleyin! Siz, yaşlılar, beni dinleyin! Ben Engidu için ağlıyorum. Arkadaşım için. Ağıtçı kadınlar gibi acı sızı döküyorum. Sen belimin satırı, elimin yayı! Kemerimin kılıcı! Önüme siper olan kalkan! Benim bayramlık giysim! Benim biricik sevincim! Kötü bir düşman kalkıp beni soydu (80)! Benim dostum, dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini (81) kovalayan katırcığım (82)! Ey çölün parsı! Dostum! Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım. Biz istediğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gök yüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba'yı yok etmiştik! Şimdi seni yakalayan bu uyku nedir? Sen karanlığa gömüldün. Beni dinlemiyorsun!" Gözünü yokladı; ama Engidu artık gözünü açmadı. Yüreğini yokladı; yüreği atmadı... Duyduğu acıdan aslan gibi bir böğürtü kopardı. Tıpkı yavruları aşırılan dişi bir aslan gibi. O, Engidu'nun yüzüne kapanıp saçlarını yoldu ve ortalığı dağıttı. Güzel giysilerini paralayıp yerlere fırlattı.. (Yaklaşık 80 satır boşlukta, Gılgamış'ın Engidu'yu yedi gün, yedi gece beklettiği anlatılıyor olmalı. O, acı dolu çığlıklarıyla arkadaşını yaşama geri döndüreceğini umuyordu.) Seni rahat yatakta yatıracağım. Evet, seni görkemli bir yatakta rahat ettireceğim. Evet, bir onur konumunda seni dinlendireceğim. Esenlik olan bir yerde. Solumda bulunan bir yerde seni oturtacağım. Yeryüzünün bütün hükümdarları senin ayaklarını öpsünler. Senin için Uruk halkına yas tutturacağım; mutlu kimselere çevrende acı dolu çığlıklar attıracağım ve ben, senden sonra bedenimi pis bir duruma getirip senin için kendimden geçeceğim. Sırtıma bir aslan postu alıp çöllere düşeceğim." (Bundan sonra 137 satırlık bir boşluk geliyor ki, bu boşlukta Engidu'nun gömülmesi anlatılmış olmalıdır. Aşağıdaki dört satırın ne anlattığını bilmiyoruz). Gün ağarır ağarmaz, dışarı, Elemmaku'dan (83) yapılmış büyük bir sofra çıkardı. Akikten bir fincanı balla doldurdu. Lacivert taşından bir fincanı tereyağla doldurdu. (Tabletin geri kalan 25 satırı kırılmıştır).

DOKUZUNCU TABLET

Gılgamış, arkadaşı Engidu için acı gözyaşları döküp kırlara koşarak dedi: "Ben ölmeyecek miyim? Ben de Engidu gibi ölmeyecek miyim? Gönlümü üzüntü kapladı. Bana ölüm korkusu geldi. Şimdi kırlara koşuyorum. Ubar- Tutuş'un oğlu Utnapiştim'e gitmek için yol aldım. İvedilikle oraya gidiyorum. Dağın geçitlerine gece vardım. Aslanları görüp korkuttum. Başımı yukarı kaldırıp Ay Tanrısı'na yalvardım. Bu yalvarışım bütün tanrılara yöneldi: Korkulu yerde beni sağ bırakın!" Gılgamış sonunda uykuya daldı ve gördüğü bir düşü onu irkiltip uyandırdı. Gılgamış şöyle bir düş gördü:

O ayın parlak ışığında yürüyerek bir sürü aslana rasladı. Bunları görünce yaşamından zevk aldı; satırını kaldırıp koluna astı ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp aslanların arasına daldı. Bunlardan ikisini öldürüp gerisini dağıttı (84). Öldürülen bu iki aslanın yeşim taşından yontularını yaptı. Yontuları boyadı ve üzerlerine aslanların adlarını kazıdı. Birisine ..., ötekine de ... dedi ve her iki yontuyu, gece kendisini aslanların tehlikesinden koruması için, Ay Tanrısı'na armağan etti (85). (22 satırlık boşluk. Gılgamış bir dağa geldi.) Dağın adı Mâşu'dur (86). Gılgamış bu Mâşu dağına gelince, günü gününe güneşin çıkmasını ve girmesini bekleyen (87), başları gökyüzüne kadar yükselen ve göğüslerine kadar cehenneme batmış bulunan iki akrep insanın, bu dağın kapısını beklediklerini gördü. Bunlar öylesine korku vericiydi ki, korkudan yüzlerine bakılmazdı. Bunların görünüşü ölümdür. Bunların korkunç görünümü tüyleri ürpertiyor ve dağları deviriyor. Bunlar, güneşin dağdan çıkmasını da ve dağa girmesini de bekliyorlar. Gılgamış, bunları görünce korkudan ve dehşetten gözü karardı ve o, aklını başına toplayıp bunların yanına yaklaştı. Akrep adam karısına seslendi:

"Buraya, bize gelenin vücudu tanrı etinden midir?" Akrep adamın karısı ona yanıt verdi:

"Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardır!" Akrep adam, insan yüzlü, tanrıların çocuğuna seslenip şu sözleri söyledi:

"Neden ötürü bu denli uzun yol yürüyüp buraya benim yanıma kadar geldin? Geçit vermez ırmakları geçtin? Başına gelenleri bilmeyi pek isterdim." (28 satırlık boşluk. Gılgamış yanıt verdi:) Utnapiştim için, atam olan Utnapiştim'in yolunda! O, tanrıların arasına girdi ve tanrıların toplantısında yaşama kavuştu. Ondan ölüm ve yaşamı soracağım!" Akrep adam ağzını açıp Gılgamış'a dedi: "Gılgamış, bunu bilecek insan yoktur! Dağların kapuzuna (88) kimseler girmedi. Dağların içinde iki kez on iki saat uzaklığında bir boğaz vardır; içi koyu karanlıktır. Işık yoktur. Güneş doğduğu zaman dağın kapısı açılır, battığı zaman kapı kapanır." (73 satırlık boşluk. Görünüşe göre Gılgamış Akrep adama yalvarıp yakararak dağdan geçmek için izin almak gereğini duymuştur.)

Akrep adam konuşmak için ağzını açıp Gılgamış'a şu sözleri söyledi: "Yürü Gılgamış, korkma! Sana Mâşu dağlarının yolunu açıyorum. Dağları ve tepeleri güvenerek aş! Ayakların seni sağlıkla yurda götürsün! Dağın kapısı önünde açılsın!" Gılgamış bunu duyar duymaz, Akrep adamın sözüne uyup, Şamaş'ın yolunda dağın kapısından içeri ayak bastı. O, bir kez iki saat ileri gidince koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez iki saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığı arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez üç saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi, küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez dört saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi, küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez beş saat ileri gidince: boyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez altı saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez yedi saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez sekiz saat ileri gidince yorgunluktan soluyordu; fakat karanlık koyuydu, ışık yoktu. O, iki kez dokuz saat ileri gidince: onun alnına kuzey yeli vurdu. O, iki kez on saat ileri gidince: kapıya yaklaştı... (Bir satır eksik) O, iki kez on bir saat ileri gidince: güneş girmeden, o dışarı çıktı (89). O, iki kez on iki saat ileri gidince: aydınlık parlıyordu. O, cins taşlarla dolu bir bahçeye girdi. Bunların görkemini görünce rahatladı. Akikten meyveler taşıyan üzüm salkımları (90) dallarda asılıdır. Görünüş çok hoştu. Lacivert taşı goncalar taşıyor, meyveler taşıyor; görünüşü bir zevktir. (6'ncı sütunun küçük kalıntıları cins taşlar bahçesini sonuna dek betimliyor.)

ONUNCU TABLET

ONUNCU TABLET

Sâkiye Siduri (91), denizin ıssız bir köşesine yerleşmiştir.
O tahtında oturuyor.
Sâkiye için ağaçtan ayaklar yapılmıştır.
Bu ayaklar üzerine altından yapılmış şıra fıçıları konmuştur.
Tanrıça sık bir duvak örtünmüştür. Yüzü görünmemektedir.
Gılgamış koşup onun yanına geldi.
Kirle örtülüdür. Bir posta bürünmüştür.
Bedeninde tanrı eti vardır.
Gönlü üzgündü. Yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne benziyordu.

Sâkiye, onu uzaktan görünce içinden düşünerek kendi kendisine şöyle söylendi:
"Her halde bu adam bir yabanıl hayvan öldürücüsüdür;
Ama yolu neden buraya düştü?"
Sâkiye onu görünce, kapıyı dışardan ve içerden sürgüledi.
Ancak Gılgamış onun ne yaptığına iyice dikkat etti.
O, çenesini kaldırıp bağırmaya başladı.
Gılgamış ona, Sâkiye'ye seslendi:
"Sâkiye, ne gördün de kapını sürgüledin?
Kapını sürgüleyip, sürgü üstüne sürgü vurdun.
Senin iç kapını döverim ve sürgüsünü kırarım!"
(Bundan sonraki boşlukta, olasıdır ki, Şamaş'ın günlük dönüşü
sırasında Sâkiye Siduri'ye uğradığı zaman Siduri'nin Gılgamış hakkında
Şamaş'a verdiği bilgi anlatılmıştır).

"O, yabanıl hayvanları avlayıp postlarını giyiyor ve etlerini yiyor.
Gılgamış şimdiye dek hiç kimsenin varamadığı hedefe ne zaman varacaktır?
Ne zaman uygun yeli izleyecektir?"
Şamaş düş kırıklığına uğrayarak ona dönüp, Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış, nereye koşuyorsun?
Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın!"
Gılgamış ona, yiğit Şamaş'a dedi:
"Kırlarda şuraya buraya koştuktan ve dolaştıktan sonra,
Yerin altında başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım?
Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor.
Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum.
Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır.
Fakat ölüm, ne zaman güneşin ışığını görebilmiştir?
(Bundan sonraki boşlukta, Şamaş'ın Gılgamış'a avutucu bir yanıt verip
vermediği pek belli değildir. Bu arada Şamaş gittikten sonra Gılgamış,
Sâkiye Siduri'yle yine başbaşa kalmıştır).

Gılgamış ona, Sâkiye'ye dedi:
"Ben gökyüzünden aşağıya inen boğayı yakalayıp yok ettim.
Ben katran ormanının bekçisini vurdum.
Katran ormanında oturan Humbaba'yı öldürdüm.
Dağların geçidindeki aslanları öldürdüm."

Sâkiye ona, Gılgamış'a dedi:
"Eğer sen bekçiyi vuran,
Katran ormanında oturan Humbaba'yı öldüren,
Dağların geçidindeki aslanları öldüren,
Gökyüzünden aşağı inen boğayı yakalayıp yok eden Gılgamış'san,
Ne diye yanakların erimiş?
Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil?
Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlünde üzünç var?
Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş?
Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş?
Ne diye krallığı unutup kırlarda dolaşıyorsun?"

Gılgamış ona, Sâkiye'ye dedi:
"Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım,
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu,
İnsanlığın yazgısına kavuştu. (92)
Onun için gece ve gündüz ağladım.
Onun gömülmesine razı olmadım.
Acaba arkadaşım sesime uyanacak mı diye.
Yedi gün yedi gece böyle yaptım.
Burnundan kurtlar düşünceye kadar.
O, oraya gitti gideli yaşamı bulamadım.
Bir haydut gibi kırların ortasında dolaşıyorum.
Sâkiye, şimdi senin yüzüne bakıyorum.
Sonsuz derdim olan ölümü görmeyim diye!"

Sâkiye ona, Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış nereye koşuyorsun?
Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın.
Tanrılar insanları yarattığı zaman,
Onlar insanlara ölümü verip yaşamı kendi ellerinde tuttular.
Ey Gılgamış! Karnın dolu olsun, gece gündüz kendini eğlendir!
Her gün bir şenlik yap! Gece gündüz hora tepip oyna!
Üstün temiz olsun. Başın yıkansın. Suyla yıkanmış ol!
Elindeki küçüğe bak. Karın kucağında gününü görsün!"
(Küçük boşluk)

Gılgamış ona, Sâkiye'ye dedi:
"Şimdi, Sâkiye, Utnapiştim'e giden yol hangisidir?
Haydi bana onun simini (93) ver!
Bana simi versene!
Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçip gideyim!"

Sâkiye ona, Gılgamış'a dedi:
"Gılgamış, şimdiye dek böyle bir geçit yoktu.
Eskiden beri denizi hiç kimse aşmamıştır.
Denizi aşan yalnızca yiğit Şamaş'tır.
Şamaş'tan başka, öte geçeye kim gider?
Geçiş güçtür. Deniz yolu çetindir.
Bundan başka orada ölüm suyu da vardır.
Bu, denizin önünü kapar!
Gılgamış, şimdi denizi aşsan bile,
Ölüm suyuna varsan bile, yine ne yapacaksın?
Gılgamış orada bir Urşanabi var.
O, Utnapiştim'in gemicisidir.
Onunla birlikte Taştankiler (94) var.
Urşanabi, orman içinde kertenkeleyi toplar.
Onu sen kendin bulmalısın.
Olursa onunla birlikte aş; olmazsa geri dön!"

Gılgamış bunu duyar duymaz, satırını kaldırıp koluna astı
Ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp ormanın içine dalarak,
Taştankiler'in yanına indi ve bir ok gibi onların arasına düştü.
(Belki küçük bir boşluk)
O hırsla onları darmadağın etti.

Bu sırada Urşanabi geri dönüp Gılgamış'ın tepesine dikildi.
Ve onun gözlerine baktı.
Urşanabi ona, Gılgamış'a dedi:
"Söyle bakalım senin adın nedir?
Ben uzaktaki Utnapiştim'in kölesiyim!"

Gılgamış ona, Urşanabi'ye dedi:
"Benim adım Gılgamış'tır.
Ben, Anu'nun evi olan Uruk'tan gelenim.
Ben, dağlarda iz güdenim.
Uzun bir yoldan, güneşin çıktığı yoldan gelenim.
Urşanabi, şimdi seninle yüz yüzeyim.
Bana uzaktaki Utnapiştim'i göster!"

Urşanabi ona, Gılgamış'a dedi:
"Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış?
Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış?
Ne diye gönlün üzgün?
Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş?
Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş?
Ne diye krallığı unutup kırlara düşüyorsun?"

Gılgamış ona, gemici Urşanabi'ye dedi:
"Urşanabi, yanaklarım erimesin mi, yüzüm çarpılmasın mı?
Gönlüm üzgün olmasın mı?
Yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi?
Yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi?
Krallığı unutup kırlara düşmeyim mi?
Benim dostum,
Dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım!
Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Biz isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık.
Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük.
Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba'yı yok etmiştik.
Dağların yolaklarında aslanlar vurmuştuk!
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım;
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan aşırı sevdiğim Engidu'yu,
İnsanlığın yazgısı yakaladı.
Onun için altı gün yedi gece ağladım.
Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar.
Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum.
Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm.
Arkadaşımı düşünmek beni daha çok sıktığından,
Kırlarda uzun yolculuk yapıyorum.
Engidu'yu düşünmek beni daha çok sıktığından,
Kırlarda uzun yollar yürüyorum!
Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım?
Kırlarda şuraya buraya koştuktan sonra,
Yerin altına başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım?
Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor.
Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum.
Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır.
Ama ölü, ne zaman güneşin ışığını görmüştür?"

Gılgamış ona, gemici Urşanabi'ye dedi:
"Şimdi, Urşanabi, Utnapiştim'e giden yol hangisidir?
Haydi bana onun simini ver!
Bana simi versene!
Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçip gideyim!"

Urşanabi ona, Gılgamış'a dedi:
"Ey Gılgamış, kendi ellerin geçişe engel oldular!
Sen Taştankiler'i darmadağın ettin... sen kürekçileri yok ettin.
Taştankiler darmadağın oldukları için geçit yoktur!
Gılgamış, baltayı eline al!
Hemen aşağı ormana geri git, karşına çıkacak olan
Beş kez on iki endaze uzunluğundaki yüz yirmi küreği kes,
Ve sonra onlara meme biçiminde ayna (95) yapıp bana getir!"

Gılgamış, bunu duyar duymaz baltayı eline aldı
Ve belinden kılıcı sıyırıp aşağı, ormana geri gitti.
Beş kez on iki endaze uzunluğunda gördüğü yüz yirmi küreği kesti.
Ve onlara meme biçiminde ayna yapıp Urşanabi'ye getirdi.
Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler.
Gemiyi dalgaların üzerine oturtup denize açıldılar.
Bir ay on beş günlük yol üç günde kestirildi.
Urşanabi, böylece ölüm suyuna dek vardı.
Urşanabi ona, Gılgamış'a dedi:
"Sakın Gılgamış! Bir kürek al!
Ölüm suyu eline değmesin.
Gılgamış ikinci küreği, üçüncü ve dördüncü küreği al!
Gılgamış, beşinci küreği al! Altıncı ve yedinci küreği al!
Gılgamış, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu küreği al!
Gılgamış, on birinci küreği, on ikinci küreği al!"

Gılgamış, böylece bu yüz yirmi küreği kullanmıştı.
O, bu sırada kemerini çözdü...
Gılgamış, üstündeki giysiyi çıkarıp,
Geminin anbarını (sintine) pençesiyle boşaltarak gemiyi yukarı kaldırdı.

Utnapiştim, onu uzaktan görünce, içinden kendi kendine şöylece söylendi:
"Geminin Taştankiler'i niçin kırılmış?
Geminin sahibi olmayan biri niçin gemiye bindi?
Buraya gelen benim adamlarımdan biri değildir."
(Üç satır eksik)
"...gönlün benden ne diliyor?"
(20 satırlık boşluk... Gılgamış Utnapiştim'e vardı:)

Utnapiştim ona, Gılgamış'a dedi:
"Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış?
Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış?
Ne diye gönlün üzgün?
Ne diye yüzün, uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş?
Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş?
Ne diye krallığı bırakıp kırlara düşüyorsun?"

Gılgamış ona, Utnapiştim'e dedi:
"Utnapiştim, yanaklarım erimesin mi, yüzüm arıklamasın mı?
Gönlüm üzgün olmasın mı?
Yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi?
Yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi?
Krallığı unutup kırlara düşmeyim mi?
Benim dostum,
Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım!
Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım!
Biz, isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık.
Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük.
Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba'yı yok etmiştik!
Dağların yolaklarında aslanları vurmuştuk!
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu'yu,
İnsanlığın yazgısı yakaladı.
Onun için altı gün yedi gece ağladım.
Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar.
Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum.
Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm.
Arkadaşımı düşünmek, beni daha çok sıktığından,
Kırlarda uzun yolculuk yapıyorum!
Engidu'yu düşünmek, beni daha çok sıktığından,
Kırlarda uzun yollar yürüyorum!
Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım?
Sevdiğim arkadaşım toprak oldu!
Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak oldu!
Ben de onun gibi yatmayacak mıyım
Ve onun gibi sonsuza dek uyumayacak mıyım?"

Gılgamış ona, Utnapiştim'e dedi:
"Hadi gidelim.
Herkesin ağzında dolaşan, uzaktaki Utnapiştim'i görmek istiyorum. (96)
Bütün ülkeleri yürüyerek geçtim. Sarp dağlar aştım.
Bütün denizleri geçe geçe geldim. Gözlerim tatlı uykuya doymadı.
Her zaman gecelemeden özeğim tükendi. Organlarımı sızı kapladı.
Daha Sâkiye'nin evine varmadan üstüm başım paralandı.
Ayı, sırtlan, aslan, pars, kaplan, yağmurça ve dağ keçisi öldürdüm.
Bunların etlerini yiyip derilerini giyiyordum.
Çektiğim bu yıkım, artık önüme kapısını kapasın.
Zift ve katran bu kapıyı tıkalı tutsun.
Artık bana çocuk sevinci verilsin."
(Bir satır anlaşılmamıştır)

Utnapiştim ona, Gılgamış'a dedi:
"Ey Gılgamış,
Sen bir tanrı çocuğu olduğun halde niçin yoksulluğa düştün?
Niçin tanrıların ve insanların alınyazılarına karşı geliyorsun?
Baban ve anan sana hep iyi şeyler gösterdi.
Ey Gılgamış, niçin aptala döndün?
(30 satırdan çok süren bir boşluktan sonra, Utnapiştim'in sözü
kesilmiyor gibi görünüyor:)
Kızgın ölüm, insanı sinsi sinsi hep arkadan izler.
Herhangi bir zamanda bir ev yaparız,
Herhangi bir zamanda bir belge damgalarız.
Herhangi bir zamanda kardeşler arasında miras pay ederler.
Herhangi bir günde bu kardeşler arasında kavga çıkar. (97)
Herhangi bir günde ırmak taşar ve ülkeyi su basar.
Balıkçıl kuşları ırmak boyunca uçarlar.
Irmağın yüzü güneşin yüzüne bakar;
Ama, eskiden beri hiçbir şeyde kararlılık görülmez. (98)
Çalınan da, ölen de birdir. Ölümün biçimi çizilmez!
Be hey insanoğlu! Be hey adam!
Beni kutsadıktan sonra, (99) büyük tanrılar olan Anunnaki (100) toplandı.
Yazgıyı oluşturan And (101) tanrıçası,
Onlarla birlikte alınyazısını belirledi.
Ölümü ve yaşamı onlarla birlikte saptadı;
Ama onlar ölümü bildirmediler."

________________________________

MUSTAFA RAMAZANOĞLU'NUN AÇIKLAMALARI:

(91) Bir tanrıça olan bu Sâkiye, mitolojik bir kişidir; günlük dönüşü sırasında,
yorgunluğuna karşı güneşe taze bir içki sunar. (Prof. Landsberger)
(92) Öldü. (Prof. Landsberger)
(93) Sim, im ve belirti anlamlarına gelir. Bu sözcüğü bir Türkmen'den duymuştum. (ÇN)
(94) Taştankiler'in ne oldukları belli değildir; ancak, metnin bağlamından bunların
kürekçi oldukları çıkarılabilir. Çünkü ölüm suyunun damlası bir insana sıçrayınca,
o insanı öldürüyor. Dolayısıyla, böylesine tehlikeli suyu geçmek için belki
taştan kürekçiler kullanılmıştır. (Prof. Landsberger)
(95) Küreğin suya giren enli bölümü. Destan dönemlerinde bu aynaların türlü
biçimlerde yapıldıklarını, ele geçen resim ve kabartmalardan anlıyoruz.
Nuh'un gemisinin kullandığı küreklerin aynasının da meme biçiminde
olduğunu, bu destandan öğreniyoruz (ÇN).
(96) Gılgamış, Utnapiştim'i tanımıyor; karşılaştığını başka biri sanıyor.
(Prof. Landsberger)
(97) Bu, dünyanın geçici olduğuna bir örnektir. Bir aile ve bir mal kuruluyor,
bunlar sonuçta yok oluyor.
(98) Dünyanın gelip geçici oluşu, ırmağın akışıyla karşılaştırılmak isteniyor.
(99) İlerde de göreceğimiz gibi, Utnapiştim'e ayrıcalıklı davranıp ona sonsuz
dinçliği verdiler; ancak o zamandan beri, tanrıların bu ilgisini bir daha kimse
kazanamadı.
(100) Anunnaki: Gök tanrılarının tersine olarak yeraltı tanrılarıdır.
(Prof. Landsberger)
(101) And: Değişmeyen yazgının simgesidir. Her kim günah işlerse, içtiği andı
bozmuş olur. İnsanlar günahlı olduklarına göre, yazgıları değişir demektir.
(Prof. Landsberger)


u
u
u
u
u
u

ON BİRİNCİ TABLET
Gılgamış ona, uzaktaki (102) Utnapiştim’e dedi:
“Utnapiştim, sana bakıyorum, biçimin başka değil; benim gibisin. Evet, benden ayrı değilsin, benim gibisin!
Senin yüreğin savaş için yaratılmıştır! Nasıl oluyor da böyle sırt
üstü yatıyorsun? Anlat! Tanrıların toplantısında yaşamı aramaya nasıl karar verdin?” Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Tanrıların gizini söyleyeyim:
Şurippak (103), senin bildiğin bir kent, Fırat’ın kıyısındadır. Bu
kent çok eskiden varken, tanrılar bu kentin yanındaydılar. Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi. Bunların babaları soylu Anu,
hükümdarları yiğit Enlil, büyük vezirleri Ninurta, su yolcuları Ennagi ve Bilge Ea da onların toplantısında yer aldı. Ea, tanrıların
verdikleri kararı, kamıştan bir çite anlattı: “Kamış çit, kamış çit!
Duvar, duvar! Kamış çit dinle, duvar anımsa (104)! Şurippaklı
Ubar-Tutu’nun (105) oğlu (106), evi sök. Bir gemi yap. Serveti bırak. Yaşamı ara! Mülkten nefret et! Canını kurtar! Canlı yaratıkların her
türünden geminin içine yükle. Yapacağın geminin her yanı uyumlu bir
ölçüde olsun. Onun eni ve boyu bir ölçüde olsun. Yağmura karşı onun
her yanına bir çatı kur.” Ben, bunu anlar anlamaz Ea’ya, efendime
dedim:
“İyi, anlaşıldı efendim. Şimdi bana ne dedinse iyi dikkat ettim. Ben
yapacağım. Fakat, kent halkı ve yaşlılar sorarsa ne diyeyim?” Ea,
konuşmak için ağzını açıp bana, kölesine dedi:
“Be adam, insanlara şöyle dersin: Sanırım Enlil benden nefret etmeye
başladı. Bunun için sizin kentinizde artık kalmayacağım. Enlil’in
toprağına artık ayak basmayacağım. Apsu’ya (107) inmek istiyorum.
Orada beyim, Ea’nın yanında kalacağım. Ea, üzerinize bir bereket
yağmuru yağdıracaktır. Bundan sonra, tufan, kuşların saklı yuvalarını ve balıkların sığınaklarını size getirecek ve bol ürün alacaksınız.
Bulutları güden bey, üstünüze gerçek bir buğday yağmuru
yağdıracaktır.” Halk çevresine toplandı.
(Bundan sonraki 4 satırda yaşlıların ve gençlerin gemiye gerekli
gereçleri taşıdıkları anlatılmaktadır.)
Küçük yavrular bile gemi için zift taşıyorlardı. Güçlü erkekler gemiye yedek kereste getiriyorlardı. Beşinci günde geminin kaburgasını
oluşturdum. Geminin temeli (omurgası) bir iku (108) genişliğindeydi.
Kenarları (küpeştesi) iki kez on kamış (109) yüksekliğindeydi. Üst
güvertesi de alt güverteye tümüyle eşitti. Bunun da her yanı, iki kez on kamış uzunluğundaydı. Bundan sonra geminin dış yüzünü (bordasını)
hazırladım ve onları boyadım. Gemiyi altı katlı yaptım. Geminin alt ve üst güvertelerini yedi bölüme ayırdım, ambarını da dokuza böldüm.
Ortasına da su kazıkları çaktım (110). Güzel kürek seçtim. Ve geminin yedeklerini ambara koydum. Eritmek için kazana 21600 …… zift
döktüm (111). Bunun yarısını saf zift olarak gemiye sakladım.
Tekneciler, gemiye 10800 şırlık (112) getirdiler. Bunun üçte biri
peksimet kızartmak için harcandı; üçte ikisini de gemici sakladı.
İşçilere çok sığır kestim. Ve her gün koyun boğazladım. Ustalara,
ırmak suyu gibi bira, rakı, şırlık ve şarap akıtıldı. Bunlar, Nevruz
bayramına benzer bir bayram kutladılar. Ustayı yağlamak için kendi
elimi de bulaştırdım. Gemi yedinci günde tamam oldu. Gemiyi kızaktan
indirmek güç oldu. Çünkü, geminin üçte ikisi suya girinceye dek, onu, kızak üzerinde aşağıdan ve yukarıdan itmek zorunluğu vardı. Elime
geçen her şeyi içine yükledim. Elime geçen her gümüşü içine yükledim. Elime geçen her altını içine yükledim.
Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim. Yazının yabanıl,
yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım.
Şamaş, bana bir süre verdi: bulutları güden, akşamleyin bir buğday
yağmuru yağdıracak diye. O zaman gemiye bin ve kapını (lumbar ağzı)
kapa diye. Bu süre yaklaştı: bulutları güden, akşamleyin buğday
yağmurunu yağdırıyordu. Ben havanın yüzüne baktım. Hava, bakılmayacak kadar korkunçtu. Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım. Gemici
Pusur-Amurri’ye, gemiyi yaptığından dolayı, sarayı her şeyiyle teslim ettim. Artık gökten kara bulutlar yükseldi. Bulutların içinde Adad
(113) gürledi. Şullat ve Haniş (114), tanrıların kafilesini
çekiyorlardı. Saray uluları, bunların peşi sıra dağları ve ovaları
aşıyorlardı. Büyük İra (115), bütün bentlerin kazıklarını çekti.
Ninurta da ilerleyip büyük havuzun sularını boşandırdı. Anunnaki
tanrıları, meşaleleri yukarı kaldırıyorlardı. Tanrıların saçtıkları
ışın, ülkeyi kızıla boğuyordu. Fırtına tanrısının saçtığı yalım,
gökyüzünü yalıyordu. Bütün güneşin ışıklarını kararttılar. Büyük
fırtına, ülkeyi bir çanak gibi parçaladı. Bir gün karayel esip hepsini sildi süpürdü. Sonra birdenbire poyraz esip ülkenin altını üstüne
getirdi. Rüzgârlar insanların tepesinde savaş edercesine çarpıştılar. Kimse kimseyi göremiyordu. Ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu. Tanrılar bile tufandan korkarak geri çekildiler. Ve göğün en yüksek
katına kadar çıktılar. Tanrılar, orada bir köpek gibi kıvrılmışlardı. Göğün en son eteklerinde büzülüp yatıyorlardı. İştar çocuğuna ağlayan bir ana gibi bağırıyordu. Tanrıların ecesi, güzel sesiyle âh ediyordu: Yazık o güne. O gün çirkef olsun. Benim, tanrılar meclisinde kötülük
buyurduğum o gün. Ben nasıl oldu da tanrılar toplantısında kötülük
buyurdum? Nasıl oldu da insanları yok etmek için bu savaşımı buyurdum? Benim sevgili insanlarım, denizi balıklar gibi doldursunlar diye mi
doğuyordu? Anunnaki tanrıları onunla birlikte âh ediyorlardı. Onlar,
yerlerinde ağlayarak oturuyorlardı. Dudakları çatlamıştı (116). Ve
ağızlarından buhar çıkıyordu. Fırtına ve tufan, altı gün, yedi geceyi geçti. Fırtına yurdu silip süpürüyordu. Artık yedinci gün gelince
tufan fırtınası savaşımı durdurdu. Önceden dalgaları bir ordu gibi
birbiriyle savaşan deniz, şimdi dinginleşti. Kötü rüzgâr dindi ve
tufan sona erdi. Havaya baktığım zaman ortalıkta sessizlik vardı. Ve
bütün insanlık çamur olmuştu. Suyun bastığı yüzey, dümdüzdü. Bunun
üzerine hava deliğini açtığım zaman, güneşin sıcağı burnumun
kanatlarına vurdu. Diz çöküp oturdum ve ağladım. Gözyaşlarım burnumun kanatlarından akıyordu. Sonra ufuklara bakarak denizin kıyısını
aradım. Her yana on iki kez on iki defa bakınca denizden bir ada
yükseldi. Sonunda gemi Nissir (117) dağına oturdu. Nissir dağı gemiyi tutup onu sallanmaya bırakmadı. Birinci gün, ikinci gün Nissir dağı
gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Üçüncü gün, dördüncü gün,
Nissir dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Beşinci ve
altıncı gün Nissir Dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı.
Yedinci gün gelince, dışarı bir güvercin çıkarıp uçurdum. Güvercin
gitti, geldi. Onca konacak bir yer belli olmayınca geri döndü. Dışarı bir kırlangıç çıkarıp uçurdum. Kırlangıç gitti, geldi. Onca konacak
bir yer belli olmayınca geri döndü. Dışarı bir karga çıkarıp uçurdum. Karga gidip bir keliyi (118) gagaladı. Bundan sonra dört rüzgâr yönüne her şeyi dışarı salıverip bir kurban kestim. Dağın tepesinde bir tütsü sungu hazırladım. Artık yedi ve nice yedi sungu küpleri yerleştirdim. Bu küplerin taslarına güzel kokulu kamış, katran sakızı, ve mersin
kokusu (myrte) döktüm. Tanrılar bu güzel kokuyu aldılar. Tanrılar,
kurban verenin tepesinin üstünde sinekler gibi toplandılar. Büyük
tanrıça oraya gelir gelmez kendi zevki için yaptığı büyük gerdanlığı
yukarı kaldırdı: “Siz oradaki tanrılar! Ben boynumda taşıdığım bu
gerdanlığın taşlarını nasıl unutmuyorsam, bu günleri de sonsuza dek
anımsayacağıma ve asla unutmayacağıma ant içerim. Bütün tanrılar bu
güzel koku sungusuna gelsinler. Ama, Enlil bu sunguya gelmesin! Çünkü körü körüne tufan yaptı ve insanlarımı yıkıma uğrattı!” Enlil oraya
gelir gelmez, gemiyi görünce öfkelendi. İgigi tanrılarına son derecede kızdı: “Buradan bir can kurtulmuştur. Bu yıkımdan kimse
kurtulmamalıydı!” Ninurta, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e,
yiğite dedi:
“Böyle bir şeyi Ea’dan başka kim bulup düşünebilirdi? Her beceriyi,
her hileyi yalnızca Ea bilir.”
Ea, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi:
“Ey tanrıların büyük üstadı, ey yiğit Enlil! Ah, nasıl olur da sen
körükörüne tufan yaptın? Onun suçunu suçluya yüklet! Kelepçesini
gevşet ki etini kesmesin. Yine kelepçesini çek ki daha gevşek olmasın (119). Senin yaptığın bu tufan yerine, bir aslan kalkıp insanları
azaltsa daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, bir kurt kalkıp
insanları azaltsaydı daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, veba tanrısı kalkıp insanlara bulaşsaydı daha iyiydi!. Ben, büyük
tanrıların gizini açığa vurmadım! Aklı pek çok olan (120) bir düş
gösterdim. O, böylece tanrıların gizini öğrendi. Şimdi onun için bir
karar vermek sana düşer!” Enlil, geminin içine binip elimden tuttu ve beni karaya çıkardı. Kadınımı da çıkarıp yanında diz çöktürdü.
Alınlarımızı elledi ve aramızda durarak bizi kutladı. “Utnapiştim,
bundan önce bir insandı. Fakat şimdi, Utnapiştim ve kadını bizim gibi tanrılar olsunlar! Utnapiştim otursun! Uzakta. Irmakların denize
döküldüğü yerde!”
Enlil’in bu sözlerinden sonra, beni aldılar ve uzakta, ırmakların
ağzına oturttular. Şimdi sana tanrıları kim toplayacak? Aradığın
yaşamı nasıl bulacaksın? Haydi altı gün ve yedi gece uykusuz kal!” O, dizlerinin üstüne çömeldiği yerde, uyku ona, sis gibi yavaş yavaş
soluğunu verdi (121).
Utnapiştim ona, karısına dedi:
“Adama bak! Yaşamı istiyordu. Uyku ona sis gibi, yavaş yavaş soluk
verdi!”
Karısı ona, Utnapiştim’e dedi:
“Sen onu elle de, adam uyansın! O, geldiği yoldan esenliğe geri
dönsün. O, çıktığı kent kapısından ülkesine varsın!”
Utnapiştim ona, karısına dedi:
“İnsanoğlu kötüdür. Ve o, sana kötülük eder. Haydi onun günlük
ekmeklerini pişir ve her gün başucuna koy! Uyuduğu günleri de duvara
çiz!” O, onun günlük ekmeklerini pişirdi ve her gün onun başı ucuna
koydu.
Uyuduğu günleri de ona imledi.
Birinci ekmeği kupkuruydu. İkincisi büzülmüştü. Üçüncüsü yaştı.
Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştı. Beşinci ekmek küflenmişti. Altıncı ekmek pişmişti. Yedinci ¯ bu anda adamı elledi ve o, uykusundan
irkilip uyandı. Gılgamış ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Beni uyku basar basmaz, sen durmadan beni elledin ve sen beni
uyandırdın.”
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Haydi Gılgamış, günlük ekmeklerini say! Ve işte şu duvar, sana
uyuduğun günlerin sayısını göstersin! Birinci ekmeğin kupkurudur.
İkincisi büzülmüştür. Üçüncüsü yaştır. Dördüncü ekmeğin kabuğu
ağarmıştır. Beşinci ekmek küflenmiştir. Altıncısı pişmiştir. Yedinci ¯ bu anda sen uykudan irkilip uyandın!” Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi: “Bana yardımcı kal! Nereye gideyim? Bütün organlarımı kötü ruhlar
kapladı! Yatak odasında ölüm bekliyor; neye baksam, o, ölümdür (122).” Utnapiştim ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, denizin rıhtımı seni aldatsın. İki kıyı arasında gidip
gelen gemi senden nefret etsin! Her zaman, erişmek istediğin denizin
kıyısından her seferinde yoksun kal (123)! Buraya getirdiğin adamın
gövdesi kirden kabuk bağlamıştır. Giydiği post, bedeninin güzelliğini bitirmiştir. Urşanabi, onu alıp yıkanacak yere götür. Kutsal bir
rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıka! O,
sırtındaki postu atsın ve deniz onu götürsün. Onun güzel bedeni
parlasın! Yepyeni olsun başındaki külâh. Bir kaftan giymiş olsun.
Görkemli bir giysi! O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca,
yurduna varıncaya dek, kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kalsın (124)”.
Urşanabi onu alıp yıkanma yerine götürdü. Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıkadı. O, sırtındaki postu
attı ve deniz onu götürdü. Onun güzel bedeni parladı. Yepyeni oldu
başındaki külâh, bir kaftan giymiş oldu. Görkemli bir giysi. O,
ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kaldı. Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler.
Gemiyi dalgaya kaptırarak sürüp gittiler.
Karısı ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Gılgamış geldi, yoruldu, güçlük çekti. Ona ne verdin ki o yurda
dönüyor?”
Fakat o, Gılgamış, geminin küreğini kaldırdı ve gemiyi kıyıya
yanaştırdı (125).
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, geldin, yoruldun, güçlük çektin. Sana ne verdim ki
yurduna dönüyorsun?
Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer, ama
dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar. Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!” Gılgamış bunu duyar
duymaz derin bir kuyu kazdı. Ve ayaklarına ağır taşlar bağlayıp kuyuya indi. Ayağına bağladığı taşlar onu yerin altındaki tatlı su denizinin dibine kadar batırdı. Ama o, otu aldı ve dikenleri ellerine battı.
Bundan sonra Gılgamış, ağır taşları kesip yukarı fırladı. Kuyunun suyu onu fırlatıp denizin kıyısına attı. Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye
dedi:
“Urşanabi, bu ot büyülü bir ottur; insan bununla gençliği kazanır. Bu ota, “yaşlı genç olur” denir. Bunu Uruk’a yanımda götürmek istiyorum. Onu sevdiklerime yediririm. Ve onu parça parça doğrayayım. Sonra da
kendim yiyip tam çocukluğuma döneyim.” İki kez yirmi saatten sonra
biraz yemek yediler. İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam
dinlenmesine bıraktılar. Gılgamış burada suyu soğuk bir kuyu gördü.
Suda yıkanmak için aşağı indi. Bir yılan otun kokusunu aldı. Ve
taşların yarığından yukarı çıkıp otu götürdü (126). Gılgamış geri
döndüğü sırada yılan gömleğini atmıştı! Bu anda Gılgamış yere oturmuş ağlıyordu. O, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi kollarım kimin için yoruldu? Kimin için yüreğimden kanlar
boşandı? Kendime iyi bir şey kazandım. Yer aslanı (127) için iyilik
yapmış oldum. Şimdi denizin kabarması, beni iki kez yirmi saat, o yere geri götürse bile, gereçler kuyuyu kazdığım zaman içine düşmüştü.
Burada işime yarayacak olan gereçleri nasıl bulabilirim? Olmaz!
Yurduma geri dönmeliyim.” Gerçekten Gılgamış gemiyi kıyıda bıraktı.
İki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler. İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam dinlenmesine bıraktılar. Onlar Uruk pazarına
geldiklerinde, Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, Uruk duvarının üstüne çık! İleri yürü! Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı gözden geçir! Acaba bunun tuğlaları pişmiş değil midir?
Temeli yedi bilge kurmamış mıdır? 3600 dönüm kent. 3600 dönüm hurma
bahçesi, 3600 dönüm kerpiç kuyu. Üstelik İştar tapınağının çukuru.
Bunların topu üç kez 3600 dönüm. Ve işte bunların hepsi Uruk’tur.”

GILGAMIŞ DESTANI

ON İKİNCİ TABLET

MUSTAFA RAMAZANOĞLU'NUN AÇIKLAMASI: Gılgamış destanı aslında 11'inci tablette sona ermiştir. 12'nci tablet ancak bir ektir. Ve destanla hiçbir ilgisi yoktur.

1'inci tabletten 11'nci tablete dek olan bölümü, eski kaynaklardan yararlanılmış olmasına karşın, bunlardan bağımsız olarak değiştirilip yeni bir kalıba sokulmuştur.

12'nci tablet ise, İsa'dan önce yaklaşık 2000 yılında yazılmış olan Sümerce bir metnin, aslına bağlı çevirisidir, ve bu tabletin Akatlı olan çevirmeni, metinde en küçük bir değişiklik yapmamıştır.

Bu Sümerce metnin birinci kısmının yarısı, bundan birkaç yıl önce elimize geçmiştir. Bunun nasıl bittiğini bilmiyoruz. Olasılıkla birkaç yüz satırdan oluşan bu Sümerce metnin içinde, Akatlı çevirmen ancak 154 satırı çevirmiştir. Bundan dolayı bu tablette anlatılan olaylar, bütünlüklerini yitirmiştir.

Bu çeviri, yeraltı dünyasının heyecanlı betimlemesi ve bu dünyanın yaşamının anlatımından oluşmaktadır. Şöyle ki:

Gılgamış, gök tanrıçası İştar'la barışmak için, ona olağanüstü iyi ve değerli ağaçtan yapılmış bir taht sunmak istiyor... Bu amaçla çok yaşlı ve kalın bedenli bir Huluppu (128) ağacını devirmeye gidiyor... Bu ağacın tepesindeki yaprakların arasında, ünlü fırtına kuşunun yuvası bulunuyor... (Kimi Sümer söylencelerinde yavrusuyla birlikte geçen bu kuş, kartal ve aslanın bileşimi olan bir yaratık olarak betimlenir.) Ağacın kökleri arasında, hiçbir büyünün etkileyemediği yılan yuvası bulunuyor... Ağacın gövdesindeyse Bakireler Tanrıçası Lilit'in evi vardır. Gök Tanrıçası, (sonraki Babil dininde en korkunç bir gulyabani olan) Lilit'e, ilgi gösterip iyi davranıyor ve Lilit, Gılgamış'ın bu ağacı devirmesiyle hemen o anda özgürlüğüne kavuşuyor!

Gılgamış, serüvenini başarıyla bitirdikten sonra, bir ganimet olarak bu ulu ağacın hem gövdesini, hem de dallarını Uruk'a getiriyor. Fakat yeraltı dünyasının tanrıçası Ereşkigal, İştar'a sunulacak bu armağanı kıskanıyor. Ve yeraltından yeryüzüne dek bir çukur açıyor; gerek ağacın gövdesi, gerekse dalları bu çukurdan cehenneme düşüyor... İşte bu noktadan sonra 12'nci tabletimizin arkası geliyor.

Sümer yazmasına göre Engidu, Gılgamış'ın arkadaşı değil, kölesidir. Efendisinin çukurdan aşağı, cehenneme düşen değerli ağaçlarını geri çıkarması için, bu işe hazır bekliyor. Engidu, efendisine, göreceği hizmetle ilgili olarak, şu sözleri söylüyor: (129)

I
"Ağacın bedeni hemen bugün, Nacar'ın evine bırakılmış olacaktır.
Ağacın dalları Nacar'ın keseri için hazır olacaktır.
Efendim, niçin ağlıyorsun?
Hemen bugün, senin ağacın bedenini yerin altından çıkaracağım.
Dalları cehennemden yukarı getireceğim.
Eğer bugün yeraltı dünyasına gidersen,
Kutsal şeyler önünde başını eğmemelisin.
Temiz bir gömlek giymemelisin.
Yoksa hemen senin bir yabancı olduğunu anlarlar.
Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu sürünmemelisin.
Yoksa onlar güzel kokuyu alınca hemen çevrene toplanırlar.
Gürzünü (130) yeraltı dünyasına düşürmemelisin.
Yoksa gürzle öldürülmüş olanlar hemen çevrene toplanırlar.
Eline sopa almamalısın. Yoksa ruhlar senden titrerler.
Ayağına ayakkabı giymemelisin. Yerde gürültü etmemelisin.
Sevdiğin karını öpmemelisin.
Kendisine kin beslediğin karını dövmemelisin.
Sevdiğin çocuğunu öpmemelisin.
Kendisine kin beslediğin çocuğunu dövmemelisin.
Yoksa cehennem senin için sokurtu, homurtu yapar!"

Engidu yeraltına iner inmez, adı geçen Tanrıça Nin-Asu'nun kutsallığına ayak basıyor. Engidu, çıplak tanrıçanın güzelliğinden ve vücudunun parlaklığından dolayı kendinden öyle geçiyor ki, Gılgamış'ın kendisine verdiği bütün öğütleri unutuyor. Böylece o, yeraltı dünyasında yakalanıyor ve Gılgamış, değerli ağacından başka, kendisine bağlı olan kölesi Engidu'yu da yitiriyor.

II
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya,
Yatan Nin-Asu Ana'ya yaklaşıyor.
Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti.
Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi
Kırışıksız ve dümdüzdü.

III
Engidu, yeraltı dünyasına gidip tanrıçayı görünce,
Bu tanrısallık önünde başını eğdi.
Temiz bir gömlek giydi.
Hemen onun bir yabancı olduğunu anladılar.
Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu süründü.
Onlar güzel kokuyu alınca hemen çevresine toplandılar.
Gürzünü yeraltı dünyasına düşürdü.
Gürzle öldürülmüş olanlar çevresine toplandılar.
Eline sopa aldı. Ruhlar ondan titrediler.
Ayağına ayakkabı giydi. Yerde gürültü etti.
Sevdiği karısını öptü; kendisine kin beslediği karısını dövdü.
Sevdiği çocuğunu öptü; kendisine kin beslediği çocuğunu dövdü.
Cehennem onun için sokurtu ve homurtu yaptı.

IV
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya,
Yatan Nin-Asu Ana'ya yaklaştı.
Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti.
Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi
Kırışıksız ve dümdüzdü. (131)

V
O zaman Engidu yeryüzüne çıkmak isteyince,
Onu ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu cehennem kralının amansız bir şeytanı yakaladı.
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü.

VI
O zaman Ninsun'un oğlu, kölesi Engidu için ağladı.
Ve tek başına kalkıp Enlil'in Ekur evine (132) gitti.
"Enlil baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu'yu,
Onu, ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı;
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü."
Bunun üzerine Enlil Baba, Gılgamış'a hiçbir yanıt vermedi.
Gılgamış, Sin Baba'ya başvurdu:
"Sin Baba bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu'yu,
Onu, ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü."
Bunun üzerine Sin Baba, Gılgamış'a hiçbir yanıt vermedi.

VII
Gılgamış tek başına kalkıp Ea'nın E-Apsu evine (133) gitti:
"Ea Baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu'yu,
Onu, ne belâ getiren ruh yakaladı ve ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı;
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü."
Ama, Ea Baba ona şu yanıtı verdi:
"Cehennem kralı yiğit Nergal'a başvur!
Ereşkigal'ın (134) ağabeyi Kral Nergal'a başvur!
Eğer cehennemin kralı yiğit Nergal yeraltının hava deliğini açacak olsaydı,
O zaman Engidu'nun ruhu hafif bir yel gibi yerin altından çıkardı."

VIII
(Şiirin gelişinden, şimdi Engidu'nun ruhunun gerçekten yeraltından yeryüzüne
çıktığı kendiliğinden anlaşılmış oluyor.)

Bunlar birbirleriyle kucaklaştılar.
Bir türlü birbirlerinden ayrılmak istemediler.
Birbirlerine anlatmaktan usanmadılar.
"Arkadaşım, (135) söyle bana!
Söyle bana, yeraltında gördüklerini anlat bana!"
"Söyleyemem arkadaşım! Söyleyemem!
Sana yeraltı dünyasında gördüklerimi anlatacak olursam,
Sen oturup ağlamalısın.
Ve ben de oturup ağlayayım.
Ellemekle zevk duyduğun benim güzel bedenimi,
Şimdi böcekler, eski bir giysiyi yer gibi yiyor.
Ellemekle zevk duyduğun benim güzel başım,
bir çamur teknesi gibi toprak doludur."

IX
Engidu, şöyle diyerek büzülüp toprağa çömeldi.
"Arkadaşım, yeraltı dünyasında şunları gördüm:
(Tablette, Engidu'nun yeraltı dünyasıyla ilgili sözlerinin bulunduğu yer kırıktır.
Söylenen bu sözler yaklaşık 30 satırdır.)

X
(Bu sahne, Gılgamış'ın, yer dünyasının ayrıntılarıyla ilgili olarak sorduğu soruları
ve Engidu'nun buna verdiği yanıtları içermektedir ki bu bölümün, yaklaşık
ilk 15 satırı kırıktır.)

"Sehpaya asılmış olanı gördün mü?"
- "Evet gördüm. Eğer işlediği günahtan pişman olsaydı,
Çivinin kopmasıyla kurtulurdu."
- "Eceliyle öleni gördün mü?"
- "Evet gördüm. Gece yatağında uyuyup, su, soğuk su içiyor."
- "Savaş alanında öleni gördün mü?"
- "Evet gördüm. Ana ve babası onun için uğraşıyorlar.
Karısı da onun için çalışıyor."
- "Cesedi kırda bırakılmış (mezara gömülmemiş) olanı gördün mü?"
- "Evet, gördüm. Onun ruhu yeraltı dünyasında uyumuyor."
- "Ruhuyla kimsenin ilgilenmediğini (136) gördün mü?"
- "Hayvanlara yedirilen tencere kazıntısı,
Ve sokağa atılan yemek artıkları onun besinidir."

(Destan burada sona eriyor. Destanın son tableti, nasıl tutarsız başladıysa
yine tutarsız olarak bitiyor.)

____________________

MUSTAFA RAMAZANOĞLU'NUN AÇIKLAMALARI:

(128) Bu ağaçtan, özellikle araba dingili yapılırdı. Nasıl bir ağaç olduğu pek
belli değildir (Prof. Landsberger)
(129) Numaralarla gösterilen bölümleme, metnin kıtalara ayrılmış olduğunu
göstermektedir. Bu kıta bölümlemesi, genellikle Akat şiirine yabancıdır. Buna karşılık,
Sümer koşuğunun bir özelliğidir. Sümerce kıtalar, denebilir ki, ayrı ayrı sahneler
halinde hazırlanmış olurlar. Her sahne tam bir birlik oluşturur. Ancak, kıtaların
bölümlemesiyle ilgili olayların akışı, kimi zaman kesilir. Yani olayların arasındaki
bağlar, çok kez gözardı edilmiş olur.
(130) Bu uygun bir çeviri değildir. Doğrusu, günümüzde ilkellerin kullandığı
"bumerang"a benzeyen, ağaçtan yapılmış bir "atma" silâhıdır. (Prof. Landsberger)
(131) Okurun da dikkatini çekmiş olduğu gibi, burada II. kıta sözcüğü sözcüğüne
yineleniyor. Bunun anlamı ve sanatçının bundan amacı, şöyle açıklanabilir: Engidu'nun
yazgısının değişmesi, yani onun ruhlara katılması, bir yıldırım hızıyla oluyor.
Sanki, hiçbir şey olmamış gibi, yeraltı dünyasında alışılan durum sürüyor ve yine, hiçbir
şey olmamış gibi, Tanrıça Nin-Asu kendi tanrısal dinginliğini koruyor. İşte böylece, insanın
ölümlülüğü tanrıların değişmeyen ölümsüzlüğüyle bir karşıtlık oluşturuyor.
(Prof. Landsberger)
(132) Dağ evi.
(133) Yeraltındaki tatlı su okyanusu (Prof. Landsberger)
(134) Doğru bir metin onarımı değildir.
(135) Akatça yazmada görüldüğü gibi, Engidu burada birdenbire Gılgamış'ın arkadaşı
oluyor. Bu bölümün Sümerce özgün metni elimizde olmadığından, değişikliğin nasıl
ortaya çıktığını bilemiyoruz. Acaba bu değişiklik Sümerce özgün metinde mi vardı;
yoksa Akatlı yazar, her şeye karşın burada, metin üzerinde kesin bir değişiklik mi yaptı?
İşte, söylediğimiz gibi, bunu anlayamıyoruz. (Prof. Landsberger)
(136) Ruhuyla ilgilenilmeyen kimsenin ölüsü: Kalıtçılarınca, ruhu için adak adanmayan
bir ölü demektir. (ÇN)